Mar 13, 2007

Eskilerden - 4

KALBİM ELLERİNDE ELLERİN GÖZLERİMDE

“Benim adım Aline. Senin adın ne?
“……”
“Neden cevap vermiyorsun?”
“Bana mı sordun?”
“Evet. Sana bakıyorum ya.”
“Özür dilerim. Fark etmedim.”
“Neden?”
“Bilmiyorum. Galiba biraz dalgınım.”
“Neden?”
“Bir saat sonra bir sunum yapmam gerekiyor ve hiç bir hazırlık yapmadım. Ne anlatacağımı düşünüyorum.”
“Neden?”
“Hangisi için soruyorsun? Sunum yapmam mı? Hazırlanmamış olmam mı?”
“Galiba neden hazırlanmadığını merak ediyorum”

Aline ile fakülteye gitmek için beklediğim otobüs durağında tanışmıştım sabahlardan birinde. Aslında o kendini bana tanıtmış, sonra ben adımı söylediğimde de üzülerek çok zor demişti. Aslında adımı burada kimse doğru söyleyemiyor alfabelerinde olmayan seslerden dolayı. Ben de ısrarla doğru söylemediklerini tekrarlıyorum onlardan intikam alırcasına. Bana az mı çektirmişlerdi ilk geldiğim zamanlar birşeyler anlatmaya çalışıp da beceremediğimde. Neyse, o gün Aline’e ayrıcalık yapıp, bana istediği isimle hitap edebileceğini soyledim.

Durup dururken, sokak ortasında rastladığınız birisiyle tanışmış mıydınız daha önce? Ortak bir üçüncü kişi tarafından tanıştırılmadan ya da bir banka veya resmi dairede adınızı soyadınızla beraber söylemek zorunda olmadan kendinizi tanıttınız mı? Benim hatırladığım küçük bir çocukken mahallemize yeni gelen çocuklara gidip kendimi tanıttığım Aline’in yaptığı gibi. Büyüdükçe cesaretim ve insanlara güvenim azalmış olmalı ki artık kimselerin yanına böylesine doğal ve hesapsız yanaşamıyorum.

Ertesi gün yine aynı durakta karşılaştık Aline’le, günlerdir birbirimizi tanıyormuşcasına selamlaştık, sohbet ettik. Ve ondan sonraki gün, bir sonraki gün yine gördüm Aline’i. On dakikayı geçmeyen sohbetlerimizin herbirinde şaşıracak birşeyler buluyordum. Cep telefonu kullanabilmek, para hesabı yapabilmek, piyano çalabilmek, çalışmak, hem de çalıştığı yere tek başına gidip gelmek….. Birçok insanın yapabildiği basit işler olsa da bunlar, Aline çok uğraşarak ve çok uzun zamanda öğrenmiş. Yapabilmeyi hayal ettigi herşeyi planlamış, sıraya koymuş, sabretmiş.

Aline 22 yaşında. Aline Down sendromlu. Çalıştığı yer zihinsel özürlülerin sosyalleşmesine yardımcı olan bir kuruluş. Epsetera’nın el yapımı mumlar ve sabunlar satan bir mağazasında çalışıyor. Daha önce zarflara etiket yapıştırma bölümünde çalışmış ama orada kimseyle konuşamadığı için sıkılmış. Mağazayı çok seviyor çünkü çeşit çeşit, çiçek gibi kokan sabunları dizmek çok hoşuna gidiyor. Öğlen yemeğini mağazadaki arkadaşlarıyla yiyor sonra piyano hocasının evine gidiyor. Haftada iki akşam Down sendromlular ve onların aileleri için kurulmuş bir dernekte piyano çaliyor. Kendi müziği eşliğinde arkadaşlarının dans etmesi çok hoşuna gidiyor. Pazar sabahları kiliseye gidiyor, dua etmek için değil, konuşabileceği birilerini bulmak için. Ama gençlerin kiliseye gitmemesine üzülüyor, yaşlıların hastalıklarından şikayetlerini ya da anılarını dinlemekten sıkılmış. Ben onun asıl amacını anladım aslında. Aline dinlemek istemiyor, anlatmak istiyor; hayallerini, düşüncelerini, yaşadıklarını, yaşayamadıklarını, yalnızlığını. Evet ya yalnızlığını.

“Aline, her gün değişik şeyler yapıyorsun. Hergün birçok insanlasın. Nasıl yalnız olabiliyorsun?”
“ O insanların çoğuyla Down sendromlu olduğumuz için bir aradayız.”
“ Ya onlar da olmasaydı?”
“Ama ben öyle oldukları için değil, onlarla zaman geçirmekten zevk aldığım için görüşmek isterdim.”
“Onlarla mutlu değil misin?”
“Bazen. Bazen de aynaya bakıyormuşum gibi hissediyorum.”
“…..”
“Iyi yönleri de var onları görmenin. Onlardan daha akıllı olduğumu anlıyorum. Bu da çok hoşuma gidiyor.”
“Tabii ya akıllısın. Hem yeteneklisin de. Ben ne piyano çalabiliyorum, ne de resim yapabiliyorum. En fazla yapabildiğim ıslık çalmak ve Cin Ali resimleri yapmak.”
“Cin Ali ne?”
Cin Ali’yi tarif etmeye çalışıyorum, şu bizim çöpten kolları bacakları olan çocuğu. Çok hoşuna gidiyor, kıkırdıyor ben anlattıkça. Sonra konu yine yalnızlığa dönüyor.
“Ben senin ya da başkasının hissettiği yalnızlığı milyon kat daha fazla hissediyorum.”
“Neden?”
“Canın sıkıldığında ne yaparsın tek başınaysan?”
“Kitap okurum”
“Ben uzun yazılar okuyamam, bir sayfadan sonrasını anlamıyorum. Başka?”
“Sinemaya giderim”
“Filmi seyrederken korktuğumda ya da çok güldüğümde kendimi kontrol edemeyince insanlar çok rahatsız olurlar. Bir de karanlık oluyor sinema salonları, korkuyorum. Başka?”
“Mağazaları gezerim, alışveriş yaparım.”
“Ben bilmediğim yerlere gidersem yolumu şaşırıyorum. Başka?”
“Ailemi, arkadaşlarımı ararım”
“Ailem beni unuttu galiba. Ben de onlari hatırlamıyorum. Arkadaşlarım da … biliyorsun işte.”
“……..”
Bu yalnızlığın nedeni belli değil mi? Hücrelerindeki 23 çift kromozom birleşmiş de 47inci nasıl bir başina kalmışsa Aline’de öyle yalnız.

Aline ile görüşmelerimiz otobüs beklemelerinin ötesine gitti. Önce yaşadığı yurda gittim, oradaki görevlilerle tanıştım. Onların güvenini kazanınca haftada bir akşam beraber birşeyler yapmaya başladık. Her seferinde onu yaşadığı yurttan alıp, dönüşte de görevlilere teslim ediyordum. Karanlıktan korktuğu için sadece bir kere sinemaya gidebildik. Bir kere de restorana gittik ama bir daha da istemedi. Diğer akşamları sevdiği bir parkta sohbet ederek geçirdik.

“Bileziğimi beğendin mi?”
“Evet, çok beğendim. Nereden aldın?”
“Almadım. Jacqueline’in bana hediyesi. En çok beni severdi, o nedenle bana verdi.”
“Neden ‘severdi’ dedin? Bir yere mi gitti?”
“Evet, bedeni toprağın altına, ruhu da gökyüzüne.”
“Ne zaman?”
“Dört ay önce. Onunla paylaşırdım odamı. Hasta olduğumda hemşireyi çağırırdı. Gece yorganımı örterdi. Öldüğünde ben yanındaydım. Uyumadan önce her zamanki gibi sohbet ediyorduk, sonra sustu. Ne konuştu ne de hareket etti.”
“Korkmadın mı? Ben olsam korkardım.”
“Hayır, ama toprağa gömdüklerinde çok üzüldüm. Bir daha göremeyeceğimi anladım. Sen hiç gördün mü?”
“Ölü birisini mi? Hayır.”
“Çok değişik oluyor.”
“Ne değişik oluyor?”
“Ölüüü. Önce öldüğünü anlamamıştım. Uyudu zannetmiştim, ama gözleri açıktı. Seslendim, cevap vermedi. Elini tuttum, çok soğuktu. Tırnakları da….”
“Aline yeter, anlatma. Kötü oluyorum”
Aline benim bilmediğim birşeyi bilmenin gururuyla mutlu oluyor……

Bir sabah durağa gittiğimde Aline yoktu. Endişeyle çevreme bakarken hızlı adımlarla yaklaştığını gördüm. Yüzünde daha önce hiç görmediğim bir gülümseme… Yok yok, ne gülümsemesi, ağzı kulaklarında….
“Aline ne oldu? Loto da altı mı tutturdun? Bak öyleyse ben de kendi payımı isterim. Beraber oynamıştık.”
“Hayır. Daha önemli birşey oldu. Hem de daha güzel.”
”Basel’de piyano konserinde çalman için çağırdılar seni en sonunda.”
”Bilemedin.”
”Söylesene Aline. Bak otobüs gelecek şimdi. Sonra da bütün gün bunu düşünüp dersleri dinleyemeyeceğim senin yüzünden.”
“Tamam, tamam. Ben aşık oldum.”
“Ne zaman? Kime? Nasıl? Nerede? Anlatsana.”
“Çok soru sordun aklım karıştı. Neyi sormuştun?”
“Haklısın. Sonra detayları anlatırsın da, aşık olduğunu nereden biliyorsun onu söyle.”
“Hiç böyle hissetmemiştim.”
“Nasıl yani?”
“David’le dün tanıştım. Yurda yeni geldi. Mağazada da beraber çalışacağız bir ay sonra.”
“Tamam, o detaylara sonra döneriz dedik ya. Aşık olduğunu nasıl anladın?”
“David’i ilk gördüğümde kalbim bir garip oldu. Sanki böyle kalbimde bir kraliçe termit dolaşmaya başladı. O da çok heyecanlandı.”
”Termit ne Aline? Aşkla ne alakası var?”
“Geçenlerde bir belgesel seyretmistim, o zaman öğrendim. Karıncaya benziyor ama karınca değil. Işte David’i ilk gördüğümde küçücük, böcek gibi bir şey kalbimde dolaşıyor, gıdıklıyor sandım.”
“Bizim oralarda heyecanlanınca ‘kalbimde kelebekler uçuşuyor sanki’ derler. Onun gibi bir şey galiba. Hem niye normali değil de kraliçe böcek?”
“Kelebeklerin ömrü çok kısa olurmuş. Ben o kadar kısa sürsün istemiyorum. Termitler ortalama 15 yıl yaşarmış, kraliçe de 50 yıl, biliyor musun?”
“Hayır Aline, bunu da bilmiyorum.” Gülüyor gözlerinde sadece benim görebildiğim ışıltılarla.
“Yakışıklı mı?” Daha çok gülüyor…..

David de Epsetera’da çalışmaya başladı. Bütün gün mumları, sabunları kalp şeklinde yerleştirmelerinden mağaza müdürü sıkılmış olmalı ki David’i oyuncak reyonuna göndermiş iki gün sonra. Ama onlar üzülmemişler, aksine ‘özleyebildikleri’ birisi olduğu için mutlu olup, daha çok aşık olmuşlar birbirlerine.

“Pantalonuna ne oldu? Seni ilk defa etekle görüyorum, özel birşey mi var?”
“Bugün 14 Şubat.”
“Eee, n’olmuş?”
“Ama bugün sevgililer günü. David’le ilk sevgililer günümüzü kutlayacağız.”
“Tabii ya, sevgilin varsa güzel bir gün.” Kıskanmışım gibi yapıyorum. Yoksa gerçekten de kıskanıyor muyum!!
Yüzü kızararak kulağıma fısıldıyor “Belki bugün öpüşürüz.”

Aline’le akşam gezmelerimiz önce azaldı, sonra bitti. David’le akşamları patlamış mısır yiyerek belgesel seyretmeyi, parlak çikolata kağıtlarından yüzükler, kalpler yapmayi tercih ettiğini söylememe gerek yok galiba.

Otobüsü de artık tek başıma bekliyorum dudaklarımda Aline’in bestelediği bir şarkıyla. “…beni görmesen de kalbim her zaman ellerinde olacak, senin ellerin de benim gözlerimde. Gözlerim sıcaklığını hissettikçe kalbim mutlu olacak……”

3 comments:

thelunatic said...

inanılmaz güzel bir post harika bir anı, bazı filmlerin sonunda şaplaşır ya insan öyle oldum. ne yazacağımı bilemedim.
aline e selam söylemek istiyorum.

Ben said...

tabii ki söylerim, ama "lunatic"den demesem de bir arkadastan desem. O kelime onun kafasini karistirabilir, ya da bir isim olarak da kabullenebilir, bilemiyorum, ben de böyle bir detayda takildim kaldim.

pınar özel said...

Muhteşem bir yazı...

Orada bir blog var uzakta, o blog benim blogumdur....