Feb 23, 2007

bir roman... bir film...

Yolculukta okumamayi sectim ama bugün bitirdim Peter Handke'nin Don Juan'ini. Keske eskilerde ögrendigim almancayi unutmasaydim dedim almanca yazilmis kitaplari almanca okuyabilirdim diyerek. Ispanyolca yerine almancaya mi baslasam bilemedim....
Handke'nin Don Juan'ini narsist manik depresif buldum. Kadinlarin (cevresinde olan herkesin belki de) ilgisini ceken bu üclü bilesim. Olmadi, celiski daha dogru sanki.
Uclü celiskinin yarattigi imaj, keder ve karizma, Don Juan'in sirri olabilir mi?
Le Violon Rouge'u ortasindan yakaladik.... Kasvetli...
Keman mi sahiplerine mutsuzlugu getiriyordu, yoksa zaten kaderînde mutsuz olmalari öngörülen insanlar mi kemani buluyordu...
Bir de herseyi sorgulamayi birakabilsem...

Feb 20, 2007

ne yapmali

bir ay once calistigim ofisten bu manzarayi seyrediyorken simdi bahar mi kis mi ne oldugunu anlamadigim bir mevsimdeyiz.

haftasonu ne yapacagimizi bilemiyorum. Daga mi gitsek acaba, kizlar gecen sefer sevmislerdi kayak dersini, dagda da kar kaldi mi ki. Yagmur yagar mi ki. O zaman beraber buz pateni yapabilecegimiz kapali salona. hem yagmursuz hem de sicak olur mu ki... ona da bir cozum; aile boyu paten, belki de gol kenarinda...















yarini cok dert etmiyorum
benim aklim aylar sonrasinda.
Haziranda Montreux Jazz Festivali
Nisani beklemek lazim, programi gorelim ona gore biz de programimizi yapalim.

Feb 19, 2007

Istanbul Istanbul olali boyle tatil görmedi :(

09/02
10:00 Swiss check-in, dijital rakamlar hareket ediyor, yine 20kg limiti astim galiba, excess luggage ödeyecek miyim.... yok yok, bu sefer de kurtardim.
11:00 108 nolu kapida kuyruk uzuyor ama kapinin acilacagi yok.
11:15 iyi ki muzige ya da kitaba dalmamisim yoksa anonsu kacirabilirdim, Zürih'ten Istanbul transit yolculari danismaya.... hayirdir insallah....
11:30 THY na aktarildik, iki saat daha bekleyelim bakalim
12:00 103 nolu kapi, tipik bir Türk ailesi, kadin 35-40 yaslarinda, spor giyinmeye calisip da detaylarda klasik tarzini gizleyememis. hazir yurtdisina cikmisken doldurdugu dutyfree posetini (Istanbul'un ki cok daha iyi, burada cesit az demeli miyim) sonsuz kere karistirip arada cep telefonunu yokluyor mesaj geldi mi diye. Adam 40-45 yaslarinda, klasik giyinip de sac modeliyle genc gorunmeye calismis (erkeklerin de saci uzayinca dip boyasi yaptirmasi gerektiginin farkinda degil ama) bos alanda bes dakikada bir üc tur atip yerine oturuyor, cep telefonu elde. 10 yaslarinda bir kiz. Sirayla once annesinin yanina oturuyor, anne git dolas, ben mi seni eglendiricem diyor. baba hadi kizim git yiyecek bir seyler al diyor. Anne ve baba arasindaki mesafe bir metre ama iletisim araci olarak kiz kullaniliyor. Küsmüsler mi. yooo, sadece diyalog tasarrufu. Birbirlerinin yüzlerine bakma süresi telefona baktiklarinin %10'u. 10 yillik evliligimin böyle bir hal alabilme ihtimalini bile düsünmek istemiyorum.

13:30 en az yarim saat rötar olacak, kitap tercihimden memnunum. ama sigaram bitti, adet/zaman hesabi tutmadi yine.

16:30 yanimdaki kasiyla gözüyle "ben Türküm" diye bagiriyor ama amerikan pasaportunu iki saattir elinde tutuyor.

17:00 hostes "coffee or tea" diye sordugunda yemegini yerken bile amerikan pasaportunu elinden birakmayan yanimdaki kiziyor niye Turkce sormadi diye.

18:30 Valizlerimden birisi yok, diyalog tasarrufcusu aile de benim gibi oradan oraya gönderiliyor. Hala kendi aralarinda konusmamaya kararlilar. adam "daha önce böyle bir sey basiniza geldi mi" diye bana sorunca kadin ters ters kocasina bakiyor. Korkuyorum, yalan yok, en sirin halimle kadina dönüp "galiba Zürih ucaginda kaldi, Istanbula gelince haber verirler" diyorum. Dusman olmadigimi anlayan kadin gülümsüyor bana.

19:00 Binadan cikar cikmaz sigarami yakiyorum, ohhhh. Karsimdaki taksi soförü beni ölcüp biciyor taksimetreye en fazla kac yazdiririm diye. sigaram bitmeden baska bir müsterisi olsun diye dua ediyorum. Cuma aksami, o saatte kisa mesafe yolcularina yapilan beddualardan almak istemiyorum

19:10 Kendimden emin bir ses tonuyla gidecegim yeri söylüyorum, adam karsi cikmiyor, ilginc...

19:30 yeter, susun lütfen diye bagirmak istiyorum. Korktugum basima geldi. susmaksizin serzeniste bulunuyor taksici. yorgunum, konusacak halim yok, benim suskunluguma iyice sinirleniyor. Ne diyebilirim ki, adresin yakin olmasindan dolayi özür mü dilemeliyim. o da belki kendince hakli...

19:40 sokagin basinda tamam burasi diyorum, ben artik yürürüm. Valizime ve bana bakan adam anlamiyor, havaalanina gidip iyi bir müsteri kapin diyerek fazlasiyla ödüyorum, mahcup ses tonuyla "helal edin" diyor....

10/02
Aksam nisan var. Iki gun ayri kaldigim kizlarim degisime ugramis, havaya girmisler. "beeen sacimi topuz yaptiricam, yok yok tost .." ben sizi simdi bir sandwich yaparim gorursunuz, 6 yasinda tost mu olur....
Ben de cekilecek halaylar ve zilgitlar icin hazirlik yapmaliyim...

11/02
14:00 nisan sonrasi evde sazli, sozlu, rakili muhabbet sabaha karsi 5te bitince bu saatte uyanmak normal
aile muhabbeti...

12/02
aile muhabbeti...

13/02
09:00 kulagima sanki cuvaldiz sokuyorlar..
aile muhabbeti...
18:30 kosuyolundayim, cuvaldiz kulagimdan bogazima indi.

14/02
gercekten hastayim...
iki arkadasimi gorebilmek icin Emitt'e gidebilecek miyim acaba...
16:00 acibadem hastanesi
-bademcikleriniz sismis
-ama ben istanbula taze kavrulmus badem yemeye gelmistim, bademcik istemiyordum ki
-????
Emitt'e gidemedim...

15/02
daha da hastayim...
kapalicarsiya gitsem iyi olur...
35 yasinda (eyvah yasimi acikladim) ilk defa bademciklerim sisip, hayatimda ikinci defa antibiyotik kullaninca boyle olmasi normal sanirim
Kitap sececek halim yok...
20:00 en azindan arkadaslarim geldi...
Kapalicarsi'ya gidemedim...

16/02
hastayim...
vefali arkadasim beni gezdirecek yasasiiiin
14:00 Beykoza kadar sahil turu, guzel coooook guzel
22:00 hazir biraz gozlerimi acabilmisken sinemaya gitmeli. Cok tercihim degil ama bu saatte baska da film yok. Son Osmanli;Yandim Ali.
Filmden aklimda kalanlar;
-melodisi guzel bir sarki; sisli bir maziden uzakta yalnızca sana yakınım..gönlümün dalgalarında sevgin kalsın..bitmeyen rüyalarımda hep sen varsin.....
-Defne'nin (ki gercek adini bilemedim simdi) agzini acmasiyla vasata yakin filmin vasatlasmasi...
-adam yakisikli diyecek laf yok...

17/02
hastayim... antibiyotik beni kotu carpti, midem bulaniyor...
15:00 Alex'i gordum, miniminnacik, cok sirin. ben de bebek istiyorum
22:00 Zeytindali, turkuler guzel ama hatir icin de olsa da bu kadar cekemem
23:00 Kiz kulesi, arkasinda Aya Sofya... iste olay bu

18/02
Istanbulu yasayamadan dönüyorum ya, kendime de diyecek bir seyim yok...
Listedeki kitap ve cdlerin %2 si alindi, kötü cooook kötüüüüü
Dostlarin %5 ini anca görebildim, aglamak istiyorum...
Beyoglu'na adim atmadim, agliyorum...









sonuc: bir haftadan aklimda kalan tek manzara

Feb 9, 2007

Hazirim

Ipod sarj oldu
ama yeni alinan James Morrison, Killers, Black Eyed Peas, Ry Cooder ve Charles Mingus'un CDlerini ipoda yukleyecek vakit kalmadi

bulmaca cozerken yarida kalmamak icin her ihtimale karsi yedek kalem alindi

okunacak kitap konusunda kararsiz kalindi;
"Mes Amis Mes Amours" veya "Don Juan", yolculukta derin konulu kitaplara konsantre olunmuyor

Istanbul'da alinacak kitaplarin listesi yapildi

Valiz hazir

Pasaport, bilet cantada

Esim ve kizlar dunden gittiler ben ise is nedeniyle onlara iki gun sonra katilmak zorunda kaldim. 7 yildir oturdugumuz bu evde 6 senedir ilk defa yanliz kaliyorum. Garip bir duygu. Biraz once kizlarin odasina gittim, bos, yine de yorganlarini duzelttim, pijamalarini katladim, gece lambasini actim.
Bir ara muzigi kapattim, sessizligi dinledim, sonra bu kadar sessizlik, hareketsizlik yeter diyerek mucize ilac (!) Koskenkorva, 72% kakaolu villars chocolat noir, bilgisayarim,Charlie Parker ve ben muhtesem besliyi olusturduk. Cok iyi anlasiyoruz, aramizda dedikodu, kiskanclik, kapris gibi negatiflikleri yaratan yok. Bogazda balik-raki ikilisine katilmis olmayi tercih ederdim ama simdilik elimdekilerle yetinmeyelim.

ya uyanamayip da ucagi kacirirsam....
hemen uyumali....

Feb 8, 2007

Baby Boom

Gecen yazdan beri arka arkaya bebek haberleri aliyorum. Gecen ay uc arkadasim dogum yapti, onumuzdeki hafta ise baska bir arkadasim- ki en sevdigim arkadaslarimdan biri oldugu icin dogrudan kendimi "teyze" konumuna koydum- dogum yapacak. Bu yaz gelecek bebekler de var diye tahmin ediyorum (simdi bu konu karisik, detaya girmeyeyim).

Sali aksami Geana ile yemege cikmistim. Bir surprizi oldugunu soyledi. Hamileymis. Dun aksam Anne'la yemekteydim, hamileymis. Neyse, bu aksam evimdeyim, baska haber olmaz sanirim. Akil, beden ve ruh sagliklari yerinde ve dengeli bebekleri olmasini diliyorum.Denge her konuda oldugu gibi akil-beden-ruh sagligi bilesiminde de onemli. Birinden biri cok oldu mu sanki digeri az olur gibi dusunuyorum.

Donelim Anne'a. Anne bekar anne olacak. Bu durum onu korkutuyor. Ben olsaydim onun yerinde korkar miydim acaba. Eskiden Turkiye'de yasarken boyle bir sey aklimin ucundan bile gecmemisti (bakiniz statu endisesi) ama simdi cocuk sahibi olmak icin evlenmenin gereksiz oldugunu dusunuyorum. Iki cocuklu bir anne olarak rahatlikla cocuk icin evlenmedigimi soyleyebilirim.

Eslerin birbirlerine sadik kalmasi icin nasil ki imza sart degilse cocuk sevgisini yasamak icin de sart olmamali. Belki de Avrupa'da yasadigim icin boyle dusunuyor gibi gorunebilirim ama alakasi yok cunku Isvicre Avrupa'nin en tutucu ulkelerinden birisi. Evlenmeden cocuk sahibi olmanin tek gecerli(!) nedeni evli insanlarin daha yuksek gelir vergisi oduyor olmasi. Offf, yine olay paraya dayandi.

Yani konuya bebekle baslayip parayla bitirdim ya bana kocaman bir bravo....

Feb 7, 2007

Eskilerden - 3

BEBEK GOZUYLE

Siz bakmayın benim böyle sessiz olduğuma. Ben herseyin farkındayım, kim ne yapıyor, çevremde neler olup bitiyor. Olan biteni anlamadan yaşadığımı mı düşünüyorsunuz? Yanılıyorsunuz.

Neler yapabildiğimi sizlerle paylaşmadan önce hayatımın en önemli olayı olduğu için önce doğduğum günü anlatmam gerekiyor.

Dünyayla tanışmamın bir gün öncesi çok keyifliydi. Anneme şaka yapmak istedim,doğacakmışım gibi yaptım. Hastaneye bir gidişi vardı ki evlere şenlik. Hastane çantası yerine havuz çantasını alıp çıkmıştı evden. Haline üzüldüm, şakayı bitirdim de eve döndü kimselere rezil olmadan.

O gece beni aldı bir telaş. Eninde sonunda çıkacaktım dışarıya ama ne zaman? Bir taraftan merak ediyordum annem, babam nasıl, dünya nasıl, evimiz nasıl. Öbür taraftan da korkuyordum simbiyoz hayatımızın bitmesinden. Döndüm durdum küçücük odamda, karar veremedim. Sabaha kadar ben döndüm, annem döndü. Sonunda çıkmaya karar verdim.

Dün gibi hatırlıyorum, babamla kahvaltılarını yapıyorlar, sonra evin içinde bir aşağı bir yukarı yürüyorlar, babam sancılar beş dakikaya düştü, gidelim diyor – bu sefer doğru çantayla – hastaneye gidiyorlar.

Ben odamdan çıkmak istiyorum, annem yürüyor. Annem sancıdan kıvranıyor, ben çıkmak istiyorum.

Merak ediyorlar kız mıyım, erkek miyim, kime benziyorum.

Tanıdık bir müzik sesi yaklaşıyor iyice. Aylar öncesinden annem seçmişti ben doğarken Türkçe duyayım diye. “Yağmur ol kızım, umutlarımıza su ver, minicik ellerinle bir yol göster…. Dört bir mevsim sana bahar gelecek, aşık ol kızım aşkına sahip ol kızım, duygularına kulak ver dayan kızım….”

6 Ağustos, yağmurlu bir yaz gecesi, çok uzun bir yolculuktan sonra saat 02:00 de dünyaya geliyorum. Doktor kızınız oldu diyor, annem ağlıyor, babam şaşkın. Ben ne yapacağımı bilemiyorum, hemşire beni annemin kucağına yerleştiriyor. Her şey ışık hızıyla oluyor sanki. Göbek kordonumu babam kesiyor, ağlamıyorum. Annem şaşırıyor niye ağlamadım diye. Aylarca o küçücük odaya sıkışıp kalmışım, elimi kolumu nereye koyacağımı şaşırmışım, açık havaya çıkıp da rahatlayınca ağlanmaz ki.

Adımı soruyorlar, babam “Dicle” diyor, “tanıştığımız yerin anısını kızımız yaşatsın”, annem ekliyor “Elif Dicle”. Bir kart hazırlayıp yatağıma aşıyorlar, Elif Dicle, 50cm, 3.5 kg. Artık benim de bir kimliğim var, ben de bir bireyim.

O muhteşem gecenin üstünden iki ay geçti. Iki aydır olan biten herşeyi öğrenmeye, anlamaya çalışıyorum.
Minik yatağımda minik bedenimi görünce benim bir bitki gibi sadece büyüdüğümü sanıyorsunuz. Doğru, büyüyorum ama büyürken de neler öğreniyorum, neler…..

Tad alabiliyorum.
Her gün farklı süt içiyorum; kekikli, fesleğenli, rezeneli, naneli…. Biriniz söyleyin anneme, sade sütü özledim ben.

Duyuyorum.
Annem hep konuşuyor benimle, mutfakta bile bir yandan yemek pişirirken öbür yandan yemek tarifi anlatıyor. Şimdiden en az on çeşit yemek tarifi biliyorum.

Rüya görüyorum.
Iki gece önce ilk rüyami gordum. Ne rüyaydı öyle, yok yok rüya değil, kabus. Önümde bir bereket tanrıçası, salkım salkım göğüsleri olan. Ağzım kulaklarımda, hangisinden süt emsem şaşırıyorum. Sonra uğultu halinde yükselen bir ses, ne oluyor demeye kalmadan benim gibi yüzlerce minik yaratık. Bereket tanrıçasına doğru koşuyorlar beni bir kenara atıp. “Beni de aranıza alıııııın” diye haykırırken bir baktım babamın kucağındayım. Çığlıklarıma koşup gelmiş. Babam iyi bir adam. Beni yemek masasına hep kucağında götürüyor. Çok da komik, güldürüyor beni her zaman.


Görüyorum.
Renkler, şekiller, değişik yüzler, eşyalar, çiçekler, bulutlar….Ne kadar çok şey varmış bu dünyada görülecek. Keşke daha önce doğsaymışım diye hayıflanmıyor değilim. Hele geçen hafta gördüğüm denizden çok etkilendim. Annem “bu daha bir şey değil, Akdeniz’i Kaş’tan seyredeceğiz seninle, mavi orada mavi, güneş orada güneş” diyordu.

Merak ediyorum.
Ne zaman saçım uzayacak? Ben de yürüyebilecek miyim? Sütten başka birşey yemem gerekirse nasil başaracağım? Daha bir çok konuyu merak ediyorum ama henüz yanıt bulabilmiş değilim.

Algılıyorum.
Annemin tenini, babamın kucağını, yumuşacık okşamaları, ellerime kondurulan öpücükleri. Hepsi çok hoşuma gidiyor.

Kokluyorum.
Evimiz buram buram sevgi kokuyor. ????? Bakın bunu işte tarif edemiyorum şimdi, ama öğrendiğim gün sizlere farklı hikayeler anlatacağım sevgi dolu, aşk dolu.

Ne dedim ben? Aşk da nereden çıktı? Aşk?

Anımsadım, annem bir gün onu da anlatacağını söylemişti.

Birey Olmak

Yasamak "nefes alip verme" cerecevesinden cikip da "yemek, icmek, uyumak, calismak, giyinmek..." gibi eylemleri de kapsayinca zaman, mekan ve birlikte oldugumuz insanlarla sekilleniyor. Mesela guzel giyinmek nasil ki 80lerde ve 2000li yillarda farkli stilleri ifade ediyorsa is yeri ve casual ortamlarda da farkli kriterleri gundeme getiriyor. Konunun bu kismi cogunluk tarafindan biliniyor, bunun farkindayim da bu sifatlari neye gore, kim koydu.

Kimse bu sorumlulugu ustlenmeyecektir kabul, benim aradigim da bu degil zaten. Ben sonuca bakiyorum. Kimin tarafindan cikarildigi bilinmeyen sifatlarla yasantimiza sekil veriyor ozel birey olmaktan cikip genel kabul gormus standart birer birey haline geliyoruz.

Alain de Botton Statu Endisesi'nde "Toplumda onemli bir konuma erismis kisileri "adam olmus", tam tersi konumdakileri de "bir hic" olarak tanimlamak gibi yaygin bir kani vardir. Oysa bunlar sacma tanimlamalardir cunku herkesin kimlik sahibi birer birey oldugu, kisilerin varliginin karsilastirmaya acik oldugu tartisma goturmez.... Statu sahibi olmamis bireyler toplumlarin gozunde birer "hic"tir, onlara sert muamele edilir, renkli kisilikleri gormezden gelinir ve kimlikleri horlanir." diyor.

Cikan sonuc herkesin birer birey oldugu ama statu endisesiyle yasayanlarin - ki statu sadece maddiyatla sinirli degil- baskalarina hos gorunmek ugruna istedikleri sekilde degil de istenilen sekilde yasadiklari. Peki ya istenilen sekilde yasamayi basaramazsa?
"Basarisizligin maddi sonuclarindan duyulan korkunun uzerine, dunyanin basarisizliga olan ters yaklasimindan duyulan korku eklenir; ne de olsa dunya, basarisizliga ugramis kisilere "loser" gozuyle bakmak konusunda pek heveslidir".

"Loser" sifatini almak istemeyenler iste o zaman kendilerini buyuk bir savasin icinde bulurlar. Isin aci tarafi cogunlukla bu savasa gonullu degil de bilincsiz girilmesi. Toplumda genel kabul gormus basari ve statu kriterleri hayatin her asamasinda, cocukluk, okul, is ve diger sosyal ortamlarda bilincaltina islenmesi sonucunda nasil oldugunu anlamadan savasa girilir.

Pekiiiiii, gecenin sorusu, savaslarda her zaman icin kazanan ve kaybeden oluyorsa "bireyin ozelligini yokedip genellesme" savasinda kim galip geliyor?

Eskilerden - 2

BENDEN İZLER

Bak şu baş parmağımın altında yay gibi olan çizgi var ya , o hayat çizgisi. Neyse ki uzun olması yaşanacak süreyi belirtmiyor. 100 yaşına kadar istemiyorum ben, herşeyi tadında bırakmalı, abartmamalı. Bu çizginin bana anlattığı yaşamsal enerjimin ve canlılığımın çok yüksek olduğu. Aynı anda bin türlü işle uğraşmamın sorumlusu bu çizgi olsa gerek.

Hayat çizgisinin yanındaki de akıl çizgisi. Nasıl yorumlasam ki bunu? İlkinden uzak olduğuna göre aklım bir yerde, hayatım başka yerde. Yok, olmadı, beğenmedim. Ama kitap da benzeri şeyler söylüyor. Beynim vücudumu iyi kontrol edemiyormuş. Bunu bilmek için kitaba bakmaya gerek yok ki. “ Nasıl böyle bir şey yapabildin ? Akıl var, mantık var….. “ diyenleri duyuyorum da çok olan aklımı yine doğru kullanamıyorum.

Gelelim üçüncü çizgiye. Bunun adı da ‘kader’. Bunca yıldır inanmadığım kader burada, elimin ortasında duruyormuş da haberim yok. Olmadı, kader denen şu incecik çizgi ikiye bölünmüş başka bir çizgiyle. Yolun yarısını mı gösteriyor? 35imde birşeyler mi olacak? Merak ettim şimdi. Bakalım ne diyor kitabımız…Hımmm, kariyer değişikliği olabilirmiş. Üç beş seneye görürüz ne olacağını.

Bence en önemlisi kalp çizgisi. Ama bu konuya seninle hiç girmeyelim. Gün gelir “ama anne, sen de gençken….” diye başlarsın, benim de ‘çok sevgilim oldu ama tek bir aşkım’ı anlatacak ne sözüm olur, ne de yüzüm.

Hayatımız avuç içi kadar küçük bir yerde, yok düpedüz avuç içimizde geçiyor anlaşılan. Sen yine de inanma bunlara.

Ben sana inanma diyorum, sen elini uzatıyorsun bana. Senin çizgilerine bakmak istemiyorum ki. Hele hele çizgilerle hayatını şekillendirmeni hiç istemiyorum. Hayatı bir roman gibi yaşamanı düşlüyorum. İçinde mutluluk, hüzün, neşe, keder, ayrılık, kavuşma, sevgi, nefret, dostluk, ihanet, pişmanlık, gurur, kazanç, kayıp…. herşey ama herşey olmalı.

Sen sana verilen hayatı olabildiğince yaşamalısın sınırlara bağlı kalmadan. Herşeyin anlamini doyasıya yaşayarak öğrenmelisin. Ataol Behramoğlu’nun mısralarında aramalısın yaşamanın, ama dolu dolu yaşamanın anlamını “….yaşadın mı yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi….kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına, dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı….”.

Sana hiçbirşey öğretmek istemiyorum kendine dair. Doğruyu yanlışı anlatmak istemiyorum. İnsan gibi insan olmanın püf noktalarından bahsetmek istemiyorum. Dur bir dakika, yanlış söyledim. Anlatmak istediğim birşey var aslında, ama anlar mısın bilmiyorum. Hem çok kolay, hem de çok zor. Herkes yapabildiğini iddia eder, çocuk oyuncağı der. Doğru aslında, şimdiye kadar kalbi ve beyni henüz kirlenmemiş küçük çocukların bunu yapabildiğini gördüm. Bir de yaşlılar var, ama onlar da çocuklaştıkları için başarıyorlar ya.

Sana anlatmak istediğim ‘duygularını ve düşüncelerini yalın bir dille, olduğu gibi ifade edebilme’ başarısı. “Bundan kolayı mı var?” deme sakın. Şimdi sahip olduğun bu doğal yetenek sen bile fark etmeden körelecek. 10, 20, 30 yıl sonra bir bakacaksın ki gerçeği suskunlukla inkar ediyorsun, sesini duyurmak istediğinde de kelimeleri yumuşatıp, cümleleri süslüyorsun.

Kendi ayaklarının üstünde durmaya başladığında korku, endişe, çekinme, utanma hissetmeden hem ne düşündüğünü hem de ne hissettiğini olduğu gibi ifade etmeye devam edebilecek misin? Ben yapamıyorum çok uzun zamandır. Bazen düşüncelerim cirit atıyor meydanda, duygularım yanmış, bitmiş, kül olmuş. Bazen de duygularım ipe diziliyor, düşüncelerim yer yarılmış, yerin dibine girmiş. An geliyor, beraber saklambaç oynuyorlar beni ebe yapıp. Fark ettin mi, şimdi bile, sana bile dürüst olamadım, suçu onların üstüne attım. Dedim ya, hiç kolay değil.

Hayata dair ipuclari da vermeyeceğim sana. Herşeyi kendin keşfedeceksin. Üzülmemen için hayattan aldığım dersleri anlatmayacağım sana. Üzüleceksin ki mutluluğun tadını alasın. Kaybedeceksin ki kazandığında gurur duyasın. Yalnız kalacaksın ki dostu bulduğunda bırakmayasın.

Hayal kırıklığına uğrama sana bir şey vermiyorum diye. Cimri ya da ketum değilim ben, sadece mümkun olanı verebildim….. Yuvarlak, ela gözlerin, çenendeki gamze benden. Bir de yasemin kokan tenin. “Bu kadarcık mı?” deme sakın. Dedim ya, verebilecek fazla bir şeyim yok, ne sana, ne de başkasına…….

Erken gitmem gerekirse buralardan hiç gocunmayacağım neden ben, niye şimdi diyerek. Gözüm arkada kalmayacak yarım kalanın ne olduğunu düşünerek. Yaşanmayan hayalleri, yaşanan kabusları dert etmeyeceğim. Çünkü ben hayatla hesaplaştım. Ondan çok şey aldım, ama borcumu da faiziyle ödedim silinmeyecek bir iz bırakarak.

Ne milyonların okuduğu bir kitap, ne de asırlarca çalınan bir beste. Ne hayranlıkla seyredilen bir heykel ne de klasikleşen bir film. Ne bir buluş, ne de bir keşif. Bunlardan çok daha önemli, çok daha özel bir iz bıraktım hayata.

Ben seni hayata verdim.
Hayatı sana.

Feb 1, 2007

Offffff

Yarin cok igrenc bir gün olacak. Hissetmiyorum, biliyorum.

Her ayin birinde kasadaki parayi fiilen saymak gerekiyor ve ne yazik ki bu benim oldugum bölümün isi. Iki kisi yarim saatte bitiriyoruz ve bittigi an mide bulantim en ust seviyeye cikiyor.

Elimden dolar, euro ve poundlar gectikce paradan tiksiniyorum. Gazetelerin ücüncü sayfa haberleri gözümün önüne geliyor. Bu kadar, hatta cok cok daha azi icin insanlarin birbirlerini öldürmesi elimdeki kagitlarin degerini kullanilmis tuvalet kagidindan beter yapiyor. Imzami atar atmaz kosarak cikiyorum oradan, elimi sabunluyorum defalarca, sonra disariya cikiyorum temiz hava almak icin, üstüne de sigarami iciyorum.

Money, its a crime
Share it fairly but dont take a slice of my pie.
Money, so they say
Is the root of all evil today.

Pink Floyd bosuna söylememis.

Ayda bir yarim saatlik iskenceyi yasamak durumundayim. Yaptigim isin geneli zaten bana uymuyor ki, bu uysun. Ben zaten biliyordum bana göre olmadigini ama..... amasi var iste.

Senelerce Türkiye'de uluslararasi firmalarda calisip, sonrasinda Cenevre'de ev hanimi, devaminda anne olup, bir de ögrencilige geri dönüp master yaptiktan sonra hic olmadi. Uc katli cilekli pastanin üstüne lahana kondurmak gibi bir sey oldu bankada calismak. Baskalarinin parasindan para kazanmak zaten basli basina deger yargilarim cercevesinde incelenmesi gereken bir olay. Ustüne bir de uluslararasi firmalarla hic bagdasmayan is kültürü ile karsilasinca basimi duvarlara vurmadim degil.

Olumlu taraflari da var aslinda. 8:30 17:30 calisip, 18:00 gibi kizlari alip eve geliyorum, onlarla oynayacak sohbet edecek vaktim oluyor. Is beni zorlayip, yormadigi icin aksamlari hala bir seylerle ugrasacak enerjim oluyor, gün boyu sayilarla ugrasip, hesap kitap yapiyorum ki bu da benim en sevdigim seylerden birisi. Rüyasinda sudoku cözen birisi olarak bundan sikayetci degilim.

Degisik bir cok kisi tanidim bankada. Birbirinden enteresan insanlar, kültürleri, yasam bicimleri..... Cenevreye geldigimden beri Türk cevrem hic bu kadar olmamisti. Isvicreli cok az. Ispanyol, Cinli, Vietnamli, Italyan, Türk.... ne ararsan var. Oglen yemege ciktigimizda fikra gibi oluyoruz. Bir gün Türk, Ispanyol, Cinli, Vietnamli yemege cikmislar, nerede yesek diye karar vermeye calisirken Ingiliz katilmis "sushi yiyelim" diyerek......

Baska bir aksam Cinliyi anlatacagim. Bugün onun son günüydü. Arkasindan dedikodu yapmis gibi olucam ama, böyle denk geldi iste.

Bankada tanistiklarimdan birisi amatör baterist. Esi de konservatuar mezunu. Ona da solist diyebiliriz.

Arayip da bulamadigimiz hazine.

Ben her ne kadar aktif müzikle ugrasmasam da pasif de kalmak istemiyorum. O nedenle daha önce tanidigimiz bes amatör gitaristle baterist ve solisti bir araya getirip gurup kurabilir, eurovisionlara katilabiliriz:)

Türkiye tatilinden önce bu konuyu halletmeli.

Ama önce uyumali.....
Orada bir blog var uzakta, o blog benim blogumdur....