Apr 1, 2007

Bak postaci geliyor....

Hayatimda ilk kez bilgisayara dokundugumda 19 yasindaydim sanirim. O gün bugündür bilgisayarin ve sagladigi nimetlerin tutkunuyum ben. Sabahtan aksama bilgisayar karsisinda calissam da usanmak nedir bilmeden aksamdan geceye bilgisayarimi yanimdan ayiramiyorum. Reklama girecek ama ozellikle son kullandigim HP Pavillon dv9000 laptopim sayesinde ne televizyon ne de muzik setinin tusuna basmaz oldum. Simdi bilgisayardan bahsedince interneti anmadan olmaz. Faydalari sonsuz olsa da "internet cikti mertlik bozuldu" diyecegim en azindan iki konu var.

Birincisi gazete, dergi gibi yazili basin. Internetten de bunlari okumak mumkunken gerceginin tadini alamiyorum bir turlu. Sayfalari cevirirken cikan hasir husur sesler, kagit kokusu olmayinca tadi olmuyor. Burada avrupa baskisi Turkce gazete bulmak mumkun olsa da ayni zevki yine alamiyorum ama hadi neyse, bu baska konu. Turkiye ye giden birileri oldugu zaman ozellikle Leman, Penguen ve gazete siparislerim oluyor.

Ikinci konu da mektuplar. Mektup yazmayi ve almayi ne cok severdim. Hala da severim ama sanal mektuplar ayni heyecani yasatmiyor. Postayla gonderilen mektuplarin farkli bir heyecani vardi. Acaba ulasti mi, ulastiysa cevap yazildi mi, yazildiysa bana ulasacak mi. Mektup yazmak da basli basina bir zevkti. Hele sevgiliye yazilanlar, hele sevgiliden gelenler. Zarfi acmadan once kalp carpintisinin dinmesi beklenirdi, sonra ozenle zarf acilirdi, zarfin agirligiyla mutluluk dogru oranda artardi.
Simdi ise e-mail ile gonderilen mesajlar (mektup diyemiyorum kesik kesik cumlelerden olustugu icin) bile yok olmak uzere. Skype, messenger, gtalk gibi programlar iletisimi o kadar farkli bir boyuta tasidi ki artik mesaj yazmak bile usenilecek konu haline geldi.
Ben de butun bu gelismelerin yazma zevkimi öldürmemesi icin actim sanirim bu blogu. Sanirim cünkü baska nedenlerde olmali günlük niteligindeki sayfalarin olusturulmasinda. farkli cevrelerden arkadaslarima bir süre sonra ayni seyleri yazmaktan, copy paste yapip ya da bcc yi isimlerle doldurmaktan utanip blog acayim bari dedim, isteyen okusun, nasil olsa benim yazma oranim her zaman icin cevaplardan cok daha yüksektir.
Herneyse, mektup konusunu dagitmayayim. Isin farkli bir yönü de sanal mektuplarin bir tartisma konusuna son verdigi. Mektup mektubu alanin midir, gönderenin mi. Hayran oldugum Can Dündar'in satirlariyla devam ediyorum.
"...Attilâ İlhan, "Mektup, yazanın değil, alanındır" der.Mektubu alan, -Nâzım'ın sözcükleriyle- "Onlar, tıpkı çocuklarımız gibi, müşterek malımızdır" diyebilir ve bu kararda hak iddia edebilir.
Ve genelde söz hakkını "Onlara kıymama" yönünde kullanır.Neden?* * *Genellemeleri sevmem ama burada kadınlarla erkekler arasındaki bir farklılık ortaya çıkıyor sanıyorum.Erkek "ketum" diye bilinse de -yetişme tarzı itibariyle- teşhircidir. Anlatmayı, göstermeyi, böbürlenmeyi sever. Aşk satırlarını çoğu kez öyle hissettiği için değil, muhatabını etkilemek için yazmış ya da bir yerden kopyalamıştır.Kadın, -duyguları sergilemeyi ayıp sayan yetiştirilme tarzının etkisiyle- mahcuptur. Titizlenir mahremiyetine... Kâğıda döktüğü hislerine yabancı göz değsin istemez. Hele günlükleri... onlar, zaten kendisiyle konuşmalarıdır. Başkasına diyemedikleri, kendine bile itiraf edemedikleri... Belki yarın pişman olacağı satırlar... Bu dertleşme tutanaklarını, değil yayımlamak, en yakınının okumasına bile izin vermez.Piyasada kadın günlük ve mektuplarının erkeklerinkinden az olmasının bir nedeni de bu olsa gerektir.O sayfaların çoğu bir şömine ateşinde kül olmuştur çünkü...* * *Nâzım, Piraye'den ayrılırken "Yaşamımın en güzel sevdasının vesikaları" dediği ve "kimseden gizlenmesine gerek görmediği" 581 adet mektubunu geri istemişti. Piraye yollamamış, onları itinayla saklamış ama yaşarken yayımlanmasına razı olmamıştı. "Ben öldükten sonra ne yaparsanız yapın" demişti. O öldükten sonra Nâzım'dan ona gelen 581 mektubun tümü yayımlandı.Kendisinin ise sadece birkaç mektubu vardı, Nâzım'a yazdığı yüzlerce mektuptan geri kalan...Bu durum, kadın ve erkeğin sevme biçimleri hakkında da bir fikir veriyor bize..."

Bir arkadasim vardi, yazdigi mektuplarin fotokopisini ceker gönderir, aslini kendine saklardi.
Bu derece abartmasam da ben de mektup gönderenindir diyen taraftayim ama artik bu konuyu tartismak faydasiz. Sanal mektuplar nasil olsa artik gonderende de oluyor alicida da. Isteyen siler, isteyen arsivler.

Mektuplarin yokolmasiyla postacilarin da yaptigi isin zevki azaldi. Buradaki postacimiz faturadan baska bir sey getirmiyor senelerdir.
Antalya'da ki postacimizi hatirladim simdi. Sene 87 ya da 88. Bizim oturdugumuz mahallenin postacisi gazetede haber olmustu. Adam dagitmasi gerektigi mektuplarin bir kismini dagitmaz, evine götürürmüs, kendisine gelmis gibi okurmus. Begendiklerini saklar, begenmediklerinin zarfini yapistirip alicinin posta kutusuna atarmis. O zamanlar mektuplarim düzenli geldigi icin bir taraftan, of ucuz kurtardim diyerek sevinir, bir taraftan da bana gelen mektuplari neden begenmedi diye merak ederdim.

Cuma aksami arkadaslarimizla beraberdik, rakili,sazli sözlü cok keyifli zaman gecirdik. Herbirimizi ayri ayri duygulandiran sarkilar, türküler söyledik. Hatta animsayamadigimizda esimin yegenini aradik canli yayinda bize söylesin diye. benim istek türküm Yavuz Bingöl'den "Kara Tren"di.

Gözüm yolda gönlüm darda
Ya kendin gel yada haber yolla
Duyarım yazmışsın iki satır mektup
Vermişsin trene halini unutup
Kara tren gecikir belki hiç gelmez
Dağlarda salınır da derdimi bilmez
Dumanın savurur halimi görmez
Gam dolar yüreğim gözyaşım dinmez
Yara bende derman sende
Ya kendin gel yada bana gel de
Duyarım yazmışsın iki satır mektup
Vermişsin trene halini unutup

Ben de bu geceki mektubuma son verirken selam eder, sevgilerimi sunarim...

2 comments:

Saba Gamze said...

Dün nereden konu açıldıysa, muhabbet bir zamanların "penfriend" denilen popüler sosyalleşme aktivitesi ile ilgili anıların anlatılmasına geldi. Hani pembe renkli formların doldurulduğu ve yurtdışından seçeceğiniz arkadaşınız ile ilgili tercih ettiğiniz özellikleri not düştüğünüz o meşhur formlar. Kimimize uygun arkadaş hiç bulunamamıştı, kimimize ise bir dolu arkadaş seçeneği gelmişti. Bana ise Fransa'nın Maine-et-Loire bölgesinden, haritada yerini bile bulamadığım Bégrolles-en-Mauges kasabasından Marie-Paule diye bir kız yazmaya başlamıştı. Tam tamına 28 yıl önce!!! Yıllar boyu yazıştık. Birbirimize hediyeler yolladık. Ve birgün o orada bir Kürt vatandaşımıza aşık oldu. Bana islam dini hakkında birçok soru sorar oldu. Ben de ona Fransızca bir Kuran-ı Kerim ve Atatürk hakkında bir kitap yollamıştım. Aşk işte, evlendi. Müslüman oldu. Ve birgün Türkiye'ye geldi. Tanıştık. O başörtülü ben ise şortlu olduğum sıcak bir yaz. Devam ettik. Çocukları oldu. Boşandı. Ben ise iş hayatının koşuşturması içersinde mektuplaşmayı aksatmaya başlamıştım. Marie-Paule çok saf bir köylü kızıydı halbuki, hemen alındı, o da mektup yazmayı seyrekleştirdi. Ve birgün mektup gelmez oldu. Bu böyle bir anıydı deyip geçtim belki de o dönemlerde. Ama bu kesintiden tam 7 yıl sonra tek bir mektup geldi. Neyse ki hala aynı adresteydim. Bana neler yaptığını, çocuklarının yaşını, vs vs anlatmış. Tüm mektuplarımı saklamış. Bana "seni hiç unutmayacak arkadaşın" diye yazmıştı. Ama o dönemlerde ben işle ilgili büyük problemler yaşadığım için yine cevap yazmamıştım. Ve yine aramızdaki bağlantı kopmuştı. Dün konu açılınca ondan gelen son mektubu bulmak için her tarafı altüst ettim. Ve buldum!!! Mektubu bir solukta tekrar okudum. Verdiği telefonları tek tek aradım ama boşuna... Belli ki yine yer değiştirmişti. Ama aklıma internetin nimetleri geldi. France Telecom'un internet sitesine girdim. En son adresine göre tarama yaptım. Yok. Neyse ki aklıma en son oturduğu yerin adı geldi. Dedim ya, küçük bir kasaba diye. Kayıtlarda tek bir "Blandin" vardı. Aradım. Müthişşşş!!! Yeğeni çıktı ama Marie-Paule'un numarasını bilmiyordu. Akşam tekrar aradım. Erkek kardeşiymiş. Numarasını aldım. Aradım. Telesekretere düştüm maalesef. Arar belki dedim kendimce. Veeee... Tam 3 saat sonra Fransa'dan arandım. Nantes'a komşu bir kasabadan. Arayan Marie-Paule'dü! Tam 7 yıl sonra! Ağlamış. Benim telesekretere bıraktığım mesajı okuyunca ağlamış. Ah benim sevgili köylü kızım Marie-Paule... Yoksa biz unuttuk mu bu duyguları? Pembe bir form ile başlayan dostluk yıllar sonra yine hatırlandı. Hayatımda sadece iki kişinin mektuplarını sakladım. Biri Marie-Paule'ün mektuplarıydı. Çok mektup aldım ben bugüne kadar, sevgiliden de arkadaştan da... Ama iki kişinin mektubunu sakladım. İyi ki de saklamışım. Bence mektuplar yazanın değil gönderilenin hakkı, biraz da bu mektupları hakeden özel bir kişi varsa onun hakkı...Geçmişe bağlı kalınmamalı ama geçmiş de gözardı edilmemeli bir sonraki adımlarımız için. Mektuplara kıyılmamalı. Öyle anlar gelir ki bizler bu dünyada o kadar yetersiz kaldığımızı hissederiz, işte o anlarda o mektupların duygularımıza yetebilen yegane gerçekler olduğunu anlarız. İşte o anlar adına mektuplar gönderilen ziyade da bu duygulara yetebileceklerde kalmalı.

Ve sözlerimi noktalamadan önce, Liverpool taraftarı olan ben, Liverpool futbol takımının PSV Eindhoven'ı 3-0 yendiği ve dolunayın adalara doğru yakamoz saldığı bu gece sizlere selam eder ve Liverpool FC'nin marşı ile selamlarım:

When you walk through a storm, hold your head up high
And don't be afraid of the dark.
At the end of the Storm there's a golden sky
And the sweet, silver song of a lark.
Walk on through the wind, walk on through the rain,
Though your dreams be tossed and blown.
Walk on, walk on with hope in your heart,
And you'll never walk alone.
You'll never walk alone.

Ne olursa olsun tek bir tane de kalsa bir mektup mutlaka sende kalmalı, yalnız yürümemek için.

Vay be bu kadar duygusal olunsa da futbol ile bağdaştırdım ya sonunda, üstüne üstlük dişi de olsam, vay be bana...

Not: Parçayı Katherine Jenkins yorumu ile dinleminizi tavsiye ederim. "You'll never walk alone". Aslı Carousel müzikalidir.

Ben said...

Post tadindaki bu yoruma ne yorum yapabilirim ki. Eline, kalbine saglik.
You'll never walk alone

Orada bir blog var uzakta, o blog benim blogumdur....