Jan 29, 2007

Eskilerden - 1

GEÇ KALINMIŞ BULUŞMA

Kelimeler uçuşuyor gözlerimin önünde, onları bir sıraya koymadan huzur yok bana. Sabahtan beri beni rahat bırakmıyorlar. Konuşuyor muyum, düşünüyor muyum belli değil. Ne yaparsam yapayım ağzımdan çıkan kelimeler ayrı, kafamdan geçenler ayrı.

Anladım, yazma vakti gelmiş.

Daha iki gün önce son noktaya basmıştım klavyemde. Bir süre için rahatım demiştim, kelimeler nasıl olsa birleştiler, beni rahatsız etmezler artık. Bilgisayarımı açmam demiştim, yapacak iş mi yok. Çook, hangi birini sayayım. Bir gün çözülecek diye ayrılan bulmacalar, tozlanmış mor kadife kesesinde bekleyen Tarot kartları, kasnakta yarım kalmış iğne işi masa örtüsü, dostlara gönderilmek üzere seçilecek resimler, okunacak kitaplar, yorumlanacak rüyalar…..

Evet ya rüyalar. Uykumu bölen, zamanımı, mekanımı, kim olduğumu şaşırtan rüyalar. Geceyi gerçeğe gündüzü hayale çeviren rüyalar. Ne geliyorsa başıma bu rüyalardan geliyor ya.

Sakin geçeceğini zannettiğim bir geceye hazırlamıştım kendimi dün. Pazen pijamamı giyip, yastığımı kabartmıştım. Bir kolum yastığın altında, öbürü yorgana sarılmış şekilde uyurken yine başka diyarlarda buldum kendimi.

Işıltılı iki nokta görüyorum önce. Birini seçip yaklaşıyorum. O nokta ateşböceği gibi yanan sönen ışık kümesine dönüşüyor. Yaklaşınca anlıyorum ki İstanbul’a gelmişim. Olmaz diyorum, beni bu gece baştan çıkaramazsın İstanbul, yorgunum, senin hızına ayak uyduramam. Arkamı dönüyorum ve ikinci noktaya yöneliyorum. Yaklaştıkça fark ediyorum ki Paris beni çekiyor. Demedim mi ben yorgunum diye? Dedim ama beni dinleyen yok ki.

Ayaklarım yere değdiğinde sağıma soluma bakıyorum. Çiçekler, çeşmeler, heykellerle donanmış bir yerdeyim. Lüxemburg Bahçesi olmalı burası. Gece olmasından faydalanıp renk renk çiçeklerden bir buket yapıyorum. Bahçeden çıkıyorum, Sorbonne’a yakın meydanda bir kalabalık. Onlara doğru ilerliyorum. Bir gurup genç neşeli şarkılar söylüyor. Peşlerine takılıyorum. Montparnasse’dan geçiyoruz, sonra Garibaldi Bulvarı’ndan. Gençlerle beraber ben de çimenlerin üzerine uzanıyorum. Eyfel’in altındayım. Eyfel Paris’in büyüsüyle demir yığını olmaktan çıkıyor, kristal bir abajura dönüşüyor. Bulutsuz gökyüzündeki yıldızlarla bir oluyor, gözlerim kamaştırıyor.

Fazla oyalanmamalı. Elimdeki buketi öpüşen, koklaşan sevgililerin arkasına koyup sessizce uzaklaşıyorum.

Alma Köprüsü’nden sola dönüyorum. Benim düşünmeme gerek yok zaten, ayaklarım biliyor nereye gideceklerini. Ayaklarım ve ben Roosevelt Meydanı’ndan geçiyoruz. İşte karşımda Champs-Elysee. Sanki ilk kez görüyormuşum gibi bakıyorum çevreme. Paris’in kalbine gelmişim, Paris benim kalbime….

Biraz daha kalırsam gecikeceğim korkusuyla ayaklarımı çeke çeke ayrılıyorum. Neye, kime yetişeceğimi ben de bilmiyorum ya.

Louvra’a doğru ilerliyorum, kurumuş yaprakların halı misali yumuşattığı dümdüz bir yol boyunca. Hava aydınlanıyor, kepenkler açılıyor. Kahve kokusu sarıyor sokakları, sonbahar kokusuna karışıyor. Epey bir yol aldıktan sonra vazgeçiyorum Louvre’un bahçesinde oturmaktan. Kahvaltı yapmalı diyorum bir fransız gibi madem bu kadar yol gelmişim.

Notre Dame’a geliyorum. Kilisenin tam karşısında köşede bir café vardır çok sevdiğim, oturuyorum boş bulduğum bir sandalyeye. Ben daha bir şey istemeden kahvaltı tabağı geliyor içinde kruvasan, reçel, tereyağı olan. Yanına da sütlü kahve getirdiklerinde isyan ediyorum. Keşke İstanbul’a gitseymişim diyorum, Kuzguncuk’ta Boğaz’a karşı mis gibi tüten çay, beyaz peynir, zeytin ve simitle daha mutlu olabileceğimi düşünerek. Ama artık dönüş yok. Ben de ağzımın tadı yerine gelsin diye espresso istiyorum, bari Türk kahvesi olsaydı diye sızlanarak.

Kahveyi getirdiklerinde sigaramı yakıyorum. İlk nefesi çekiyorum içime, sonra bir yudum kahve, bir nefes daha….. Anın keyfini çıkarıyorum.

Hafiften bir sabah esintisi hissediyorum saçlarımda. Dağılan saçımı düzeltmek için elimi kaldırdığımda bir ses “yapma” diyor “böyle daha güzel saçların”.

Ilık dudakları dudaklarıma dokunuyor. Gözlerimi kapatıyorum, eskiden olduğu gibi titriyorum. “Seni daha erken bekliyordum” diyor. Anlamadığıma şaşıran gözlerle soruyor. “Paris’i birlikte yaşamayı istemiyor muydun?”

Hayır, böyle değil, şimdi değil…….. Herşeyi sensiz yaşamışken, sensiz öğrenmişken, sensizliğe alişmişken…. Bunları anlatmak için çok geç, vazgeçiyorum. Meydan okuyorum. “Yaşanacak birşey kaldı mı?”
Yanıtlamıyor, yüzünde masum bir tebessüm, içime işleyen yalancı bakışlarla.

İçim buruk. Rüya sona ermekte demek ki.

Pakette son kalan sigaramı yakıyorum. Bir nefes çekiyorum….

Ve zaman duruyor, insanlar kayboluyor, binalar yok oluyor, heybetli Notre Dame bile gözümün önünde yitip gidiyor.

Paris bitiyor…… büyü bitiyor……...

A aaa, kelimeler kaçışmaya başladı.

Kocaman bir . geldi, hepsini yiyip, bitirdiii …

No comments:

Orada bir blog var uzakta, o blog benim blogumdur....